Yazı-yorum | Cumhuriyetçi Sol

Marksist sol kesimde zaten eskiden beri “dinsel gericiliğe” karşı Aydınlanmacı ve Kürt sorununa sırtını dönmek için güya “emperyalizme karşı mücadeleyi” öne çıkaran ulusalcı odaklar vardı, şimdi bunlara bir de “AKP’yi yıkmak yetmez, ötesini düşünmek lazım” diyerek cumhuriyetçiler eklendi. Ötesi; imar affından yararlanmak için eski binasının üstüne kat çıkan fırsatçı misali, cumhuriyetin kazanımlarından yararlanarak sosyalizm kurmak. Bu çerçevede Alper Taş, Özgür Şen ve Metin Çulhaoğlu’nun görüşleri üstünde duracağız. Cumhuriyetçi solun kurucularından Doğu Perinçek’i özel olarak irdelemeyecek ve Aydınlık’taki “Yürüyen Cumhuriyet Yürüyen Vatan Yürüyen Emek” başlıklı yazısını hatırlatmakla yetineceğiz. Kendisi Eski Meclis, Anıt Kabir, Onuncu Yıl Marşı misali cumhuriyet sembolleri arasına girmiş biridir. Eğer AYM açılışı ya da resmî cenaze namazı gibi yerlerde geride kaldığı için huysuzluk edip ortamı terk etmez ya da düzenlemeyi eleştirmezse, zamanla protokolün ön sıralarında da yer bulacaktır.

***

Alper Taş cumhuriyetle ilgili twit atmış. Malum, sorulduğunda“ kişisel görüşü, kurumu bağlamaz” deme olanağı verdiği için;   twitter kurumsal görüşlerin resmî olmayan biçimde duyurulmasına da yarıyor. Taş, twitinde cumhuriyet için “ileri bir adımdı. Ama o Cumhuriyet artık yok. Cumhuriyeti eşitlikçi, özgürlükçü bir temelde ilerletmeye çalışan devrimcileri elbirliği ile ezdiler, bugünün gericiliğini yarattılar. Şimdi eskiye sarılma değil devrimci bir Cumhuriyet için mücadele etme zamanıdır” diyor. Taş’a yalnızca şunu soruyoruz: Devrimciler ne zamandan bu yana “cumhuriyeti ilerletmeye çalışıyorlardı” diye tanımlanıyor? Belki bilmez, izlediği geleneğin dergilerinde eskiden böylelerine “ilerlemeci” denirdi. Denizler, Mahirler, İbolar “eşitlik, özgürlük” gibi liberallikler için değil, proletarya diktatörlüğü kurmaya çalışırken öldürüldüler; anlaşılan Alper Taş bunu da bilmiyor.

***

Özgür Şen, cumhuriyet kortejine sol haber portalı’nda yayınlanan “29 Ekim mülkiyet bayramı olursa” başlıklı yazısıyla katılmış. Başlıktan başlayalım; ona “mülkiyet” değil, “burjuva cumhuriyeti bayramı” denir. Mülkiyet ve burjuvazi aynı mı?

Şen yazısında 29 Ekim 1923 için “yalnızca tarihsel olarak büyük bir atılım değil bir devrim olarak görülmeliydi, çünkü saltanat ve hilafeti yıkan cumhuriyet, başka bir toplumsal düzeni tasfiye ediyordu” diyor. Devamında, cumhuriyetin “halk kendi yöneticilerini seçecek, devlet kendi sınırları içinde bağımsız karar verecek, din devlet işlerine karıştırılmayacak” iddiasıyla kurulduğunu ama özel mülkiyetin tanınması üzerine işlerin değiştiğini belirtiyor. Şen bu değişimin “isterse devlet tarafından teşvikle, isterse gayri müslimlerin ya da daha küçük mal sahiplerinin malına el koyarak” olsun sermaye bir kez biriktikten sonra kaçınılmaz olduğunu ve sonunda cumhuriyetin feda edildiğini söylüyor.

Ancak Şen’in yazısı çerçevesinde bu “feda” işini temellendirmesi gerekiyor, çünkü bu Beşiktaş’ın borçlarını gerekçe göstererek “feda yılı” ilân etmesi gibi basit bir olay değil, koskoca bir toplumsal değişim. Sonucunda “devrim” olarak nitelendirilen cumhuriyeti ortadan kaldıran bir “karşı devrim” gerçekleşiyor, mantıklı biçimde açıklamak lâzım.

Tabi bu pek kolay olmuyor. Şen önce yıkılan Osmanlı Hanedanıyla ilgili olarak basitçe “ülkeden kovulan hanedan bir yasa değişikliğiyle geri döndü” demeyi yeterli bulmuyor ve ayrıntılı bir öykü uyduruyor. Çünkü bu olayla siyasette Erdoğan ailesinin bir hanedan gibi egemen oluşu arasında bağlantı kuracak. Ama bu da çok zor olduğu için,  “siyasi hanedan” olarak nitelendirdiği çevrelerin iktidarda söz sahibi olabilmesi için “iktisadî hanedan” olarak nitelendirdiği zengin aileler üzerine kafa yormak gerektiğini belirtiyor ve kendisi, kafamızı yorma pahasına bunun bir örneğini bize sunuyor. Artık öykünün nereye varacağını merak ederken, “tıpkı Emine veya Sümeyye Erdoğan’ın protokoldeki yerleri gibi, Güler Sabancı’nın ya da Hanzade Doğan Boyner’in ellerindeki servetin de soyisimlerinden başka bir nedeni yok” bilgisine erişiyoruz. Bu abrakadabranın sonucu Osmanlı Hanedanını yıkarak devrim yapan cumhuriyetin başka bir hanedan tarafından ele geçirilmesi sonucu yıkıldığını öğreniyoruz. Öykü bittiği için rahat bir nefes alıyor ve gerisini karıştırmıyoruz.

***

Elbette Metin Çulhaoğlu diğerleri kadar acemi değil; İleri Haber sitesindeki “Birini alınca diğerleri mecburi mi?” başlıklı yazısıyla cumhuriyet kortejine her ne kadar doğrudan katılmıyorsa da, kaldırımdan yürüyerek güzergâh boyunca takibini sürdürüyor. Bunu,  “ulus devlet inşa sürecinin yan ürünlerinden biri sayılması gereken “Andımız” yerinde durduğunda özel bir mesele yapılmayabilir, ille de kalksın diye özellikle uğraşılması gerekmeyebilir; ama birileri kaldırmak istiyor diye, salt bunun için sahiplenmenin bir anlamı da yoktur” diye oldukça sağduyulu görünen bir cümlenin içine gizlediği mantığıyla ortaya koyuyor. Bu cümlede gayet anlaşılır biçimde bir kısım solcuların andımızın kaldırılmasına karşı çıkmasını, yumuşak bir dille eleştiriyor. Ama bu eleştiriyi kolayca benimseyebileceklere, yanında “andımız” misali şeylerin “ulus devlet inşasının yan ürünlerinden biri” olduğu fikrini de satıyor. Ve hemen arkasından bu tür metinlerin salt Türkiye’ye ait olmadığını, ABD gibi “ileri” memleketlerde de görüldüğünü, buna karşılık oraların komünistlerinin böyle şeylere aldırmadığını belirtiyor. Neden acaba, yoksa onlar da “ileri” komünistler olduğundan mı?

Çulhaoğlu gösterisinin asıl heyecanlı bölümünü sona saklayarak; “ulusal devlet birilerinin kafasına esen kötü bir fikir değil, kapitalist üretim tarzının tarihsel gelişiminin dayattığı bir zorunluluktu” diyerek şapkayı masanın üstüne koyuyor. Ve içinden, “bugün eleştirirsiniz, eksikliklerine, açmazlarına işaret edersiniz; ama tarihsel-nesnel temellerini hiç görmeyip efkârı garibe (tuhaf fikirler) ürünü sayamazsınız” diyerek tavşanı çıkarıyor. Yani Çulhaoğlu da lafı biraz dolandırdıktan sonra cumhuriyeti bir ulus devlet olarak sahipleniyor ve orasını burasını düzeltip üstüne kaçak bir sosyalizm katı çıkmaya karar veriyor.

Sonuç: Konağın sahipleri kendi aralarında kavga ediyor, o sırada bırakın konağın sokağından geçerken kavgaya tanık olmayı, bulutların üstünde yatarken böyle bir kavgayı tahayyül edenler konağa sahip çıkmaya çalışıyor. Eğer Türkiye’de “tarihsel ilerleme” örneği aranacaksa bakılacak yer 29 Ekim değil, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıdır. Bu, Lenin’in Devlet ve İhtilal’de, Türkiye ve İran’da bu tarihte burjuva demokratik devrimleri yaşandığını belirttiği saptamasıdır. “Tarihsel ilerleme” denilen şey, üretici güçlerin üretim ilişkilerini parçalayarak, altyapının üstyapıyı değişime zorlamasının sonucudur ve sahip çıkılacak/reddedilecek bir şey değildir, zaten vardır. Mutlaka siyasi bir ilerlemeye denk düşmesi gerekmez, nitekim Lenin’in emperyalizm döneminde burjuvazinin devrimlere öncülük edemeyeceği görüşü de bu yöndedir. Hele Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmin gelişmesi için ulus devletin zorunlu olduğunu düşünmek, akıl tutulmasıdır. Böyle bir durum, kapitalizmin ilk ortaya çıkış sürecinde ve Batı Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Yazarlarımız, Türkiye’de kapitalizmin cumhuriyetle birlikte kurulduğunu sanıyor. Emperyalizm döneminde Hindistan’dan Kore, Filipinler, Malezya’ya kadar birçok ülkede sömürgecilik döneminden kalma bağımlılık ilişkileri emperyalizm döneminde de sürmüş ve kapitalizm gelişmiştir. Buralarda çeşitli biçimlerde bağımsız devletler kurulduğunda, Türkiye’den daha geri olduklarını söylemek kimsenin aklına gelmemiştir. Cumhuriyet, II. Meşrutiyetin bileşenlerinden birinin diğerlerini ve genel olarak halkı baskı altına alması ve kendi iktidarını gerici bir temelde kurması örneğidir. Bu çerçevede emperyalizmle ilişkiler tümüyle koparılmamış ve çeşitli biçimlerde yeniden üretilerek bugünlere gelinmiştir.